|
![]() |
Makale Yazarına ait | Kitaplar | E-Kitaplar | Makaleler | Hakkındaki Makaleler |
Yazara ait e-kitaplar | |||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
Yazara ait makaleler | ||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
Yazar Hakkındaki Tanıtım Makaleleri | |||||
|
Özeti |
Yayın Bilgileri | ||||||||||
|
Makale Metni [Yazdır/Print] |
Malik Aksel ile Mülakat Mehmet Menteşoğlu SORU: Sayın hocam, okuyucularımıza kendinizi tanıtır mısınız? M. AKSEL : Babam, maliye memurlarından Mehmet Şevket, annem Mesude Hanım'-dır. Babam İstanbulludur. Fatih'te doğmuştur. Darüşşafaka'da tahsilini yapmıştır. Tahsilini bitirdikten sonra Rumeli'de, Selanik, Serez, Üsküp gibi şehirlere de gitmiş, türlü memuriyetlerde bulunmuştur. Güzel sanatlara karşı da ilgisi vardı. Resim yapar, musikî ile meşgul olurdu. Ben ilk defa Rumeli'de, Serez'de Ahmet Paşa mektebine gittim. Rüştiye'ye gideceğim zaman Balkan Harbi koptu. Her şey alt üst oldu. Ailece İstanbul'a geldik. Babam tekrar memuriyete geçip, Darphanede çalışmaya başladı. Ben, İstanbul'da, Beyazıt Rüştiyesi'-ne girdim. Orayı bitirdim. İstanbul muallim mektebine kayıt oldum. Dört sene sonra burayı da bitirdim. İstanbul'da muallim oldum. Aradan altı sene geçtikten sonra imtihanla Avrupa'ya resim ve resim pedagojisi tahsili için maarifçe gönderildim. Avrupa'da dört sent resim tahsili yaptım. Avrupa dönüşünde Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü'nde resim öğretmeni oldum. Burada yirmi bir sene çalıştıktan sonra Çapa Eğitim Enstitüsü'ne geçtim. Çapa'da resim ve resim sanat tarihi hocalığı yaptım. Oradan emekli oldum. Doğumum 1903'tür. Halen resim sergilerine iştirak ettiğim gibi dergilere de yazı yazmaktayım. SORU: Efendim, resim çalışmalarınızın yanında, Türk sanat tarihi konularında da pek çok eser verdiğinizi biliyoruz. Yayınlanmış eserleriniz hakkında bilgi verir misiniz? M. AKSEL: Eserlerimi şöyle tanıtabilirim: «Resim Sergisinde 30 Gün» İlk kitabımdır. Ankara'da yayınlanmıştır. İkinci kitabım «Anadolu Halk Resimlerindir. İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü yayınlarındandır. Bu eserde halkın yapmış olduğu resimlerle, hikâyeler. beraber ele alınmıştır. Resimler, geleneğimizi ifade eden konulardandır. Diğer bir eserim «Kuş Evleri »dir. Bizde hem sanata, hem hayra bağlı ev, cami, yapı vs. gibi eserler vardır ki, bunların penceresi kuş yuvasıdır. Hatta daha büyük ebatta güvercinler için böyle eserler düşünülmüştür. Ne yazık ki bu eserlerden bugüne pek azı kaldı. Daha önceleri tahta evlerde de kuş evleri vardı. Yandılar. Bunların kalanlarını tespit ettim. Bir kısmı harab olmuştur. Bunlar Türklere has sanat eserleridir. Bir de «Yazı - Resim» diye bir konuyu işledim. Bu konu Türk sanatının açıklığa kavuşmamış bir yanıdır. Bizde her hayırlı İş besmele ile başlar. Halk, hattatların (güzel yazı yazanların) eserlerinden sonra besmeleyi, kendi kaidesinden ayrılarak çiçeklerle süslemiştir. Nuh'un gemisi, amentü gemisi, eshab-ı keyf gemisi (yedi evliyalar) biçiminde şekiller ortaya koymuştur. Hatta kalem kaldırmadan bir çizgide besmeleler dahi yapılmıştır. Bu eseri Elif Yayınevi yayınlamıştır. Bundan sonra maarif vekâletinin basmış olduğu «Sanat ve Folklor» adındaki eserim gelir. O eser, sanatın birçok dallarına temas etmektedir. Meşhur ressamlar da burada olduğu gibi, edebî araştırmalara da yer verilmiştir. Eserin büyük bir kısmını kendim resimledim. Bir de «Türkiyemiz» dergisinde memlekette çok olup da, aydın kişilerin bilmediği cam altı diye bir tarzı tanıttım. Halk ressamlarından Mehmet Hulusi adında Sultan Abdülhamit devrinde pek çok resim yapmış bir ressamı gene aynı mecmuada tanıttım. Bu ressamın İstanbul Kazancılar'da matbaası bulunuyordu. Taş baskısı, renkli resimler yapmıştır ki bugün dahi bu şekilde resim yapacak sanatçılar bulunmamaktadır. SORU: ilk resim çalışmasına ne zaman, nasıl başladığınızı da anlatsanız... M. AKSEL: 1923'ten beri Galatasaray sergisine suluboya, yağlıboya resimler vermekteyim. Bugün hâlâ resimlerimin bir kıs- mı İstanbul ve Galatasaray liselerinin duvarlarında asılıdır. Her sene devlet resim sergilerine katılmaktayım. Resimlerimin epeyce bir kısmı İstanbul'da müzede bulunmaktadır. Resme çok eskiden başladım. Daha okuma -yazmayı öğrenmeden evde babamla beraber resim yapardım. Oyun oynamaz, babamın çıraklığını yapardım. Sonra bu iş, yavaş yavaş bilhassa muallim mektebinde Şevket Bey zamanında, bende meslek haline girmiştir. SORU : Uzun yıllar öğretmenlik yaptığınızı söylediniz. Hatıralarınızda, daha ziyade köyde geçen öğretmenlik günleriniz ağırlık teşkil ediyor. Belli ki o günler hafızanızda çok canlı yerler tutmuş. Sizden şöyle bir mukayese yapmanızı rica edeceğim: Bir kesimin yazarları «Köy Gerçekçiliği» diye bir yol tutturarak, bir dönem bütün hikâye ve romanlarında hayali köyler canlandırdılar .Gerçek Anadolu Türk köyü ile, bunların «köy gerçekçiliği» anlayışının tezatları nelerdir? M. AKSEL: Bizim halkımızın kendine has bir edebiyatı vardır. Bu millî edebiyat, köyden çıkmış, fakat sonradan birtakım eserlerin tesiri altında kalmış edebiyatçılarda bambaşka bir hal alıyor. Meselâ, Mahmut Makal «Bizim Köy» diye bir kitap yayınlamıştır. Makal, güya köyünü anlatmış ve bu kitabını da köylünün okumasını istiyor. Fakat köylü bu kitabı beğenmemiştir. Çünkü köyünü berbat ediyor .Köylü fakirliğini göstermek istemez. Köylü fakir de olsa cömert görünmek ister. Büyüğüne karşı saygılıdır. Bunun için bizde köy edebiyatı yapanlar şehirliye dönüktür. Köylü hiç eline almaz. Ancak köy edebiyatı, köy şiiri, köylünün anlayışı Darendelilerin, Seyizlilerin vs. sırtında taşıyıp, köy köy dolaştırıp götürdüğü kitaplarda görülüyor. Köylü, bunları anlayıp okuyor. Bu kitaplardaki hikâyelerde köylü daima yüksek insanla temastadır. (Padişah, vezir, hiç olmazsa zengin bir tüccar). Köylüye göre güzel insanlar iyi ahlâklıdır, iyi huyludur. Çirkin insanlar da devdir, ifrittir. Birtakım kötü kadınlar da cadıdır, şudur-budur. Bunun için daima güzele karşı her şeyin güzelini arar. Ve evlenmekle hikâye nihayet bulur. Meselâ, Tahir ile Zühre. Tahir genç bir çocuktur, fakat bir orduyu yeniyor. Köylü böyle şeylerden hoşlanıyor. Tahir'in sevgilisini, Zühre'yi ailesi başkasına veriyor. Düğün yapılıyor. Düğün evine Tahir kadın elbisesi giyerek gidiyor. Ama kadın elbisesi giymese de olurdu. Çünkü simasında zerre kadar erkeklik alâmeti yok. Bıyıkları yok, sakalı yok. Yüzü 14 yaşındaki çocuğun yüzü gibi. Tabiî 14 yaşındaki çocuğun yüzü kadına benzer. Hatta düğündeki kızlar bile onu görünce «ay ne güzel kız» diyerek etrafına toplanırlar. Sualler sorarlar ona. Hikâye böyle devam eder. İşte bu hikâyeleri halkımız asırlardan beri seve seve, tekrar tekrar okumuştur. Köroğlu da, böyledir, diğer eserler de. Ama gelgelelim köylü, Yakup Kadri'nin "Yaban"ını okumamıştır. Ama Âşık Garib'i sorsanız köylüye, hemen hemen baştan sonuna kadar okumuştur. Ezbere bilecek kadar iyi bilir. Sonra buradaki fevkalâdeliklere âşıktır. Âşık, sıkıldığı zaman bir dere, büyük bir nehir karşısına çıkar. Oradan geçmek için düşünür, sıkılır, geçemez. Karşısına bir beyaz at gelir. Sırtında bir adam vardır. Bu adam Hızır'dır. Bazı topluluklara göre ise Hz. Ali'dir. Âşık, gözünü açıp-kapatıncaya kadar istediği yere varır. Bu fevkalâdelikler köylüyü daima tutar. Köylü realist değildir. Köylü doğrudan doğruya maddeyi görmek, ona bağlanmak istemez. İşte köylüyü, şehirli için köy edebiyatı yapan yazarlardan ayıran inanç ve duygular bunlardır. SORU : Peyamî Safa'nın ve Tanpınar'ın romanlarında gördüğümüz ve sizin de çok yakından ilgilendiğiniz, ısrarla üzerinde durduğunuz «Beyaz Ruslar» zümresi var. Bunların İstanbul halkının sosyal yaşayışına etki dereceleri ne olmuştur? M. AKSEL: Beyaz Rus dediğimiz insanlar Rusya'nın üstün ve zengin sınıfıdır. Bunlar Saraya, Çar'a bağlı kimselerdir. 1917 Bolşevik ihtilâlinden sonra bu beyaz Ruslar Vrangel ordusuyla tekrar Rusya'yı ele geçirmek için İngilizlerin teşvikiyle tekrar harbe kalkışıyorlar. Fakat Vrangel ordusu mağlup oluyor. Bu mağlubiyetten sonra binbir mahrumiyet, açlıklar içerisinde İstanbul'a geliyorlar. İstanbul'da sahilde, rıhtımda iken «açız!» diye bağırıyorlar. O tarihler İstanbul, İngiliz işgali altındaydı. İngilizler, beyaz Rusların Avrupa'ya gitmelerine mani oldular. İstanbul'da kalmalarına sebep oldular. Memlekete bunlar birtakım modalar da getirdiler. Türk hanımları çarşaf ile gezerlerdi. Sonra Rus başı ve sıkma baş moda oldu. Sıkma başın nasıl yayıldığını anlatayım. Rus kadınları bitlenmişlerdi. Bu yüzden saçlarını dipten tıraş ettiler. Sonra başlarına allı -pullu, renkli, alacalı bir bez sardılar. Ki buna Rus başı derlerdi o gün. Bizim Türk kadınları da bir ecnebinin böyle giyinmesine gıpta ederek başlarına bir örtü bağlamışlardır. Yani sıkma başın sebebini birçokları bilmiyor bugün. Sebebi bu. Rusya'dan getirdikleri ile yavaş yavaş Şehzadebaşı'na da hulul ettiler. Müslüman mahallelerine ve tiyatrolarına gidip orada tombala diye bir oyun icat ettiler. Votkayı da getirdiler. Şehzadebaşı'nda Kel Hasan'dan sonraki tiyatrocuları halk göre göre usanmıştı. Rus kızları, kadınları kurnazlıkla tiyatroyu ele aldılar. Meselâ, o zamanın gazetelerinde bir ilân var. Diyor ki ilânda, fevkalâde güzel Rus matmazelleri güreş edeceklerdir. Bunlar gayet ince, pembe renkte, insan teninde bir elbise giyiyorlar. Güreş meselesi değil. Birbiriyle itişip, kakışıyorlar. Yuvarlanıyorlar. Ve herkes bunları seyretmeye koşuyor. İkincisi varyete diye bir şey icat edildi. Sinemada, arada perde açılıyor, Rus kızları gayet çıplak tesiri verecek kadar ince bir elbise içinde, bir erkekle çeşitli gösteriler yapıyorlar. Halk da bunları seyretmeye gidiyor. Florya'da ilk defa mayo ile denize giren gene Ruslardır. Halk, Florya'ya Kanarya dinlemek için giderdi. Bu defa çıplak Rus matmazellerini seyre gitmeye başladılar. Sonra mayo ile denize girmek bizde de moda olmaya başladı. SORU : Bir dönemin sanat merkezi durumunda bulunan «Direklerarası» da hatıralarınızda önemli bir yer işgal ediyor. Direklerarası ve o devirlerin sosyal hayatı hakkında da açıklamalarda bulunabilir misiniz? M. AKSEL: İki türlü sanatkâr vardı. Müslüman ve Hıristiyan. Hıristiyan olanların içerisinde daha ziyade Ermeniler tiyatroya bağlı idi. Ermeniler dram şeklinde Avrupa tercümesi oyunlar gösterirlerdi. Abdürrezzak ise hem sarayda oynar,hem Şehzadebaşı, hem de Kadıköy'de, Kuşdili'nde temsiller verirdi. Tiyatro seyrine gelen kadınlar yaşmaklıdır .Kafes arkasındadırlar. Saraydan da Arap harem ağalarıyla gelenler olur. Yani kaç-göç vardır. Orada Kel Hasan'ı seyrederler. Dondurmalar yerler. Konuşmalar yaparlar. Ayrıca tiyatroya gelen beyzadeler, paşazadeler de bunlarla birtakım işareretleşmeler yaparlar .O devirde konuşma yok ama, her şeyin bir dili vardır. Mendilin, yelpazenin, el hareketlerinin, fesin giyiniş şeklinin, püskülün birer manası vardır. Böyle işaretlerle kadınla erkek arasında kuş dili gibi konuşmalar olurdu. SORU : Sizin «Direklerarası» ile ilgi dereceniz nedir acaba? M. AKSEL: Benim Direklerarası ile ilgi derecem evimizin az-çok oraya yakın olması, gitme gelme rahatlığı bulunması ve bu- nu çocukluk eğlencesi olarak benimsememdir.0 günkü yaşayıştan bir-İki misal daha vereyim. O zamanlar yalnız Şehzadebaşı değil de muhallebiciler dahi kadınların girebileceği yerdi. Kadınlar kafesler arkasında, erkekler de dışarıda bulunurdu. Ramazanda ise erkekler kadınların yerlerine girer gizli oruç bozarlardı. Ayrıca tramvayların önü iki sıra kadınlara, arkası da erkeklere mahsustur. Hiç kimse kadınların bulunduğu yere gidip oturamaz. O devirde polis, karakol lafı, adliye vs. halkı çok korkutan ve disipline sevkeden birtakım vesilelerdi. Onun için tramvayda kadınların yeri vardı. Fakat aradaki perde de kalındır. SORU: Sayın hocam, sizin dikkatimizi çeken önemli yanlarınızdan birisi de resimle ilgili çalışmalarınız. Sizi, diğer ressamlardan ayıran hususiyetleriniz nelerdir? M. AKSEL: Ben mektepten çıktıktan sonra ressam Şevket Bey'in tavsiyesiyle Galatasaray sergisine resim verdim. Galatasaray sergisindeki ilk resimlerim amin alayı, mektebe yeni girme, izciler, mektep eğlenceleri, gezmeler, kız ve erkek çocukları, oyuncular. Bu gibi konular. O sırada bu resimlerimden dolayı sanatkârların hepsi bana tuhaf tuhaf bakıyorlardı. Çünkü o sırada moda olan şey manzara ve çiçek resimleriydi. Ben ise insan resimleri yapıyorum. Sonra yağlı boya da değil, sulu boya yapıyorum. Benîm çabucak sulu boyacı Malik Vicdanî diye adım yayıldı. Bu resimleri ilk defa 3-4 liraya sattım. SORU: Efendim, millet olarak tarihî akışımız içinde gerçek sanatın ve sanatkârın el üstünde tutulduğunu görüyoruz. Fakat millî sanat hayatının zaman zaman darbelendiği de bir gerçek. İster halk, ister klâsik sanatımız olsun, yapılmış tahribat ve yıkımlar üzerindeki düşüncelerinizi söyler misiniz? M. AKSEL: Sultan Mahmut devrinden itibaren bazı sanat eserlerine karşı yanlış anlama dolayısıyla birtakım tahribatlara girişilmiştir. Nitekim Sultan Mahmut devrinde yeniçeriler isyanı bastırılınca bunlara ait hatıralar, resimler, kitaplar yakılıp yıkılmıştır. Maalesef bizde herhangi bîr İnkılâp dolayısıyla tahribata en çok maruz kalan, sanat eserleri oluyor. Bu, Avrupa'da böyle olmuyor. Büyük bir İnkılâp macerası geçiren Fransa, ihtilâl-i kebirinde sanat eserlerine dokunmadığı halde, bizde ilkin sanat eserlerine hücum ediliyor. Cumhuriyet inkılâbından sonra İstanbul'da padişah tuğraları büyük bir sanat eseri olduğu halde kazınmıştır. Bunu Kapalıçarşı'nın kapısında görebiliriz. Ayrıca tarihî yazma eserler, devrini atlatmış olduğu için aynen muhafaza edilmek gerekirden, bu sefer matbaalarda bunlara el sürülmüştür. Meselâ halk hikâyelerinde resimler vardır. Ekseriya halk hikâye kitaplarının üzerinde Âşık Garip, Leylâ ile Mecnun diye yazılar vardır. Bunları silmişlerdir. Neden? Eski yazı olduğu için. Halbuki bunlar devrini atlatmış tarihî bir vesika olarak kalabilirdi. Bu tahribatları devlet büyüklerinden ziyade birtakım gayretkeşler yukarıya yaranmak için yapmışlardır. Bir ara işittiğime göre Bursa'da mezar taşlarındaki fesleri bile kırmışlardır. Türk mezar taşlarında daima bir serpuş bulunurdu. Bunlar birer hatıra, birer sanat eseridir. Gene işittiğime göre Sahaflar'da resimli kitaplar toplanmış, üzerinde eski yazı olduğu için yakılmıştır. Halk resimlerine cahillerin resmi denildiği için ilgi gösterilmemiş, maalesef bu eserler zamanla ortadan kaybolmuştur. Bir kısmı tekkelerde kalmış, dini bir hususiyeti olduğu için muhafaza edilmiştir. Meselâ Hz. Ali'nin devesi, Hacı Bektaşi Veli'nin duvarı yürütmesi gibi eserler tekkelerde görülmektedir. Bunlar da zamanla çürüyor, kurt yiyor ve neticede yırtılıp ortadan kalkıyor. Türkiye'de Osmanlı İmparatorluğu devrinden beri sanatın korunacağı, muhafaza edileceği yerler, müzeler, saraylar olmadığı İçin sanat eserleri bugün bir İtalya, bir Fransa, bir Almanya'ya nispetle daha azdır. Halbuki yapılmıştır. Büyük minyatürcüler, güçlü halk ressamları yetişmiştir. Bu hususta Evliya Çelebi'de notlar dahi vardır. Ama bu sanat eserlerinin ne olduğu bugün bilinmemektedir. * Açıklamalarınızdan dolayı çok teşekkür ederiz, hocam. |
Bu Makaleye Ait Eleştiri Makaleleri | |||||
|