Mustafa Sabri Efendi ‘nin Ru’yet-i Hilâl hakkındaki Görüşü
Mustafa Sabri Efendi, vakitlerin, bizzat cıplak gözle gözlem yaparak tesbit edildiğini, Ramazan orucunun ve bayramının vaktinin de bu usulle belirlenmesi gerektiğini savunur:
“Arap aylarmınm başlangıçlarını tesbit etmede takvimlerin de ihtilâfa düşmesinden kat-ı nazarla hilâlin görülmesi usûlünü niçin terk edeceğiz ? Ya kolaylık için veyahut teknik hesaplamalarla Ramazanı, bayramı daha doğru tayin etmiş olmak için değil mi ? Halbuki binlerce yüz binlerce İslâm ahâlîsini ihtivâ eden bir memlekette birkaç kişinin hilâli gözetlemesi ile meşgul olmak gibi en kolay bir dînî vazîfeye yüksünmesi, İslâmiyet adına [1] gâyet ayıp olacağından kolaylık olduğunun savunulması bir defa kabul edilemez.”
Mustafa Sabri Efendi, Hz. Peygamber (a.s.)’ın öğrettiği ru’yet usulunu terk edip, teknik imkanlarla gözlem yaparak hesaplama usulunu kullanmayı ukalalık olarak değerlendirdiği açıklamalarına şöyle devam eder;
“Ramazanı, bayramı tayinde isabet meselesine gelince şurasını iyi bilmeli ki dînî işlerde ve özellikle ibâdetlerde isâbet, Şâri’in emrine uygun hareket ölçüsüyle ölçülmesi lâzım gelen bir şeydir. Zaten Ramazanm, bayramın esası Şâri’in emrinin mahsulüdür. Yani dânin emri olmasa Ramazan aymm gündüzlerinde yemek ve içmek gibi oruç bozan şeylerden kaçınılması vazîfesi de hiç ortaya çıkmazdı. Halbuki oruç farzmı tebliğ eden Cenab-ı Peygamber Efendimiz Ramazana nasıl başlanacağını ve nasıl nihâyet verileceğini de bize şu hadîsi şerif ile ayrıca tarif buyurmuşlardır: “Hilâli görünce oruç tutunuz ve yine hilâli görünce iftar ediniz. Eğer hava size kapalı gelirse sayıyı otuza tamamlayın.” İşte Peygamber Efendimiz (s.a.v.) in böyle bir sarih emri varken başka türlü hesaplar ile uğraşmaya kalkışmak ve bunda daha ziyâde isâbet tasavvur etmek, dînin sahibinin emri haricinde fazla ukalâlık yapmak olur. Sırf dînî bir vazife îfâsı nokta-i nazarından bu [2] ukalâlık hiç mâkul bir hareket olmaz. “
Mustafa Sabri Efendi, ru’yet usulunde o kadar ısrarcıdır ki gözlem yapan kişinin gözleminde yanılsa bile Şari’in emrini yerine getirdiği için, bunda hem Allah, hem de kul acısından bir sorun olmayacağını savunur. Bu konudaki ısrarına destek mahiyetinde şunları söyler;
“Belki Cenâb-ı Hak, emrine fazla uygun hareket eden hatalıyı, emri dışında içtihada kalkışan isâbet edene tercih eder. Daha doğrusu dînî vazifelerde hata ve sevap Şâri’in emrine göre tayin ve takdir edileceğinden deminki tabirimizde hatalı farz ettiğimizin isâbet eden; isâbet eden farz ettiğimizin de bir şer’î hakikat halinde hata eden kabul edilmesi lâzım gelir. Dünya kânunlarında bile hâkim, kânunun açık hükmü karşısında içtihat yapamaz.” [3]
Mustafa Sabri Efendi, teknik gelişmeler olsa bile dini hükümlerin, bu imkanların kullanılmadığı en kötü şartlar göz önünde bulundurarak konulduğunu, örneğin üç haneli bir köydeki barakadan ıssız çöl ortasında kurulan bir çadırda oturan insanlara kadar takvimsiz, saatsiz, pusulasız, telefonsuz bir ortamdaki kişilerin, bütün bu imkanlara gerek kalmadan dini yaşayabilecekleri şekilde Allah’ın dini vaz’ettiğini, bu sebepten dolayı dinimizin “Semha-i Beyza” adıyla anıldığını söyler. Öyle ki “astronomik hesaplara başvurulmadıkca oruç ve namazın vakti pek doğru tesbit edilemiyor” şeklindeki iddiayı Mustafa Sabri Efendi;
“Ne zararı var!. Mal sahibi (Allah) böyle isterim, böylece kabul ederim dedikten sonra bizim vazifemiz taayyün etmiş ve tereddüde mahal kalmamıştır. Hilali görebilirsek tutmak [4] ve bayram yapmak, göremezsek Şaban ve Ramazan’ı otuza tamamlamak borcumuzdur” şeklinde cevaplandırarak, orucun başlama ve bitiş vaktini Hz Peygamber (a.s.)’ın belirttiği gibi hilalin gözetlenmesi usulune göre tesbit etmeye devam edilmesi gerektiğinde ısrarcı olduğunu gösterir . [5]
Mustafa Sabri Efendi, bütün bunlara sebep olarak kullardan ibadetlerde İlahi emre harfiyen uygun hareketin talep edildiğini şu sözlerle açıklar; “Çünkü, ibadet, Ma’bud’un veya Rasûlü’nün sözünü tutup tutmayanı ayırt edici bir imtihandan ibaret olup, arada mutlak Ganî olan Ma’bud’un görülecek hiçbir işi yoktur ki, o işin bilahare diğer bir yolu keşfedilmiş olsun. Zaten her hususta emre tam manasıyla riâyet eden hizmetçi, emirde sebep arayan, ona mana veren hizmetçilerden daha çok makbuldür. Hele ibadette bizim yanlışlık veya eksiklik zannettiğimiz şeyden Hâlik’in hâşâ ziyân etmek ihtimali yoktur. Emir haricinde gösterilecek faaliyet ise, âmir ile memur arasındaki idrâk mertebelerinin farkı nisbetinde muhataralıdır. Meselâ çok çalışkanlık edip de sabah namazı üç rekât kılınmış olsa iki yerine de kabul olunmaz; büsbütün bozulur.” [6]
Görüldüğü gibi teknik vasıtalarla ay hareketlerini izleyerek ibadetlerin vakitlerinin tespiti yolunu yanlış bulan Mustafa Sabri Efendi, nassların dışına çıkmamakta ısrar etmektedir. Bu meyanda teknik iletişim vasıtalarıyla yapılacak hukuki işlemlerin de katiyet ifade etmeyeceğinden geçersiz olduğunu belirtir. Bu teknolojik vasıtaların din işlerinde değil de, dünyevi işlerde geri kalmamak için kullanıp itimat edilebileceğini söyler . [7]
[1] Mustafa Sabri, “Dini Günlerimiz”, Yarın, sa: 18, 1346/1928, s. s. 3-4.
[2] Mustafa Sabri, a.g.m., s. 3-4.
[3] Mustafa Sabri, a.g.m., 3-4.
[4] Mustafa Sabri, Meseleler, 36.
[5] Mustafa Sabri, a.g.e., 35-36.
[6] Mustafa Sabri, a.g.e., s. 36-37.
[7] Mustafa Sabri, Kur'an Tercumesi Meselesi, (Çev: Süleyman Çelik), İstanbul 1993, s. 8.