|
![]() |
Makale Yazarına ait | Kitaplar | E-Kitaplar | Makaleler | Hakkındaki Makaleler |
Yazara ait kitaplar | |||||
|
Yazara ait e-kitaplar | |||||
|
Yazar Hakkındaki Tanıtım Makaleleri | |||||
|
Özeti |
Yayın Bilgileri | ||||||||||
|
Makale Metni [Yazdır/Print] |
Cemaleddin Efgani Cemâleddîn Efgânî Seyyid Muhammed Ibn Safdar, 1254-1314 H./ 1838-1897 M. İleri görüşlü ve açık fikirli bir bilgin, büyük bir mütefekkir olarak tanınan Cemâleddîn Efgânî, herşeyden evvel şarkın uyandırıcılarından biridir. îslâm Âlemine hürriyet fikirlerini aşılamış, müslümanları uyandırmak için gece gündüz demeden, durmadan didinmiştir. O, hem muharrir, hem hatip bir zattır. Kalemini ve dilini İslâm davalarına vakfetmiştir. Başlıca iki gayesi vardı: İslâmı uyandırmak, ıslâhat yapmak, medeniyet yolunu göstermek. Müslüman ülkelerini Avrupalıların siyasi ve iktisâdi nüfuzundan kurtarmak. O, müslümanları cehalet karanlığından, gaflet bataklıklarından kurtarmak için çalıştı. İstilâcılara karşı amansız bir düşmandı. Zillete katlanmayan, izzet-i nefsini çiğnetmeyen şerefli ve yorulmaz bir mücahid idi. Parlak bir zekâya, ateşli bir mizaca sahipti. Keskin bakışları, cehalet bulutlarını, gaflet sislerini dağıtan birer güneş gibi idi. Son asırlarda İslâm ülkelerinde görülen hürriyet davranışları onun eseridir. Baktı ki: İslâm âlemi uykuda. Uyan! diye haykırdı. Gördü ki: Müslüman ülkelerinin çoğu istilâ altında. Kalk, silkin! diye seslendi. Müslüman ülkelerini yabancı boyunduruğundan, siyâsî ve iktisâdı esaret ve tahakkümlerden kurtarmak için müslümanların uyanmasının; gafletten silkinmesinin, zilletten, meskenetten kurtulmasının şart olduğuna kanı idi. "Her millet kendi millî varlığını duymalı, uyanmalı" diyordu. Millî ceryanlara asla karşı değildi. Kuvvetli milletlerden meydana gelen İslâm camiasının da kuvvetli olacağı şüphesizdi. Mİlliyyeti hakkında rivayetler" muhteliftir. İranlı, Afganlı, Türk olduğunu ileri sürenler var. Talebesi Muhammed Abdu'nun yazdığına göre, meşhur muhaddis Ali Tirmizî vasıtasiyle nesebi Hazret-i Ali'nin oğlu Hazret-i Hasan'a varır. Onun için Seyyid unvanını kullanırmış.. Kendisinin anlattığına göre Kabil şehrine üç günlük mesafede bulunan Küner köyünde veya Hemedân civarında Esadâbâd'da doğmuştur. Ailece Hanefî mezhebinde idiler. Çocukluğu ve gençliği Afganistan'da geçti. 8 yaşında iken Türkçe konuşmasını bilirdi. Ahmed Ağaoğlu bir yazısında Afganlı'nm Azerî Türkü ve Merâgalı bir aileden olup Hemedan civarında doğduğunu ve süt emer bir çocukken Afgan'a hicret ettiklerini bizzat kendisine söylediğini yazıyor. (l)[1] Küçük yaşında babası ile Kabil'e gelmiş, ilk tahsilini orada yapmıştır. 8 yaşında tahsile başlamış, 10 sene tahsiline devamla çağında mutâd İslâm ilimlerini Kabil medresesinde öğrenmiştir. Ayrıca felsefe ve müsbet ilimlerle de ilgilenmiştir. Arapça, Farsça ve Türkçe bilirdi. Avrupa lisanlarından bazılarına da vakıftı. (Fransızca bilir, İngilizce ve Rusça anlardı). 18 yaşında iken Hindistan'a gitti. Bir sene kadar Hindistan'da kaldı. Oradan Hacca yollandı Bir çok yerlere uğrayarak 1273 H. de Mekke'ye vardı. Hac'tan sonra Afganistan'a dönerek Emîr Dost Muhammed Han devrinde me'muriyete girdi. Hükümet adamları arasında yer aldı. Onun vefatı üzerine yeni Emîr Şir Ali'nin biraderi Muhammed A'zamla olan sıkı dostluğu yüzünden memlekette, Şir Ali Han'ın mevkie gelmesi dolayısiyle, patlak veren sülâle kavgalarına karışmış oldu. Kısa bir müddet Muhammed A'zama Müşâvir-i Hâshk yaptı. Yine iç savaşlar başladı. Muhammed A'zam'm düşmesi üzerine o da Afganistan'dan ayrıldı. Hindistan'a geçti. (1285) H. İngilizler uzun müddet Hindistan'da kalmasını tehlikeli gördüler. Bu yüzden Hindistan'ı terke mecbur kaldı. Oradan Kahireye geldi. Mısırda iyi karşılandı. Ezher Ulemâsıyle ve talebesiyle tanıştı, dostluk kurdu. Husûsî ikâmetgâhında talebeye ders verdi. Musahabelerde bulundu. Bu, islâmı uyandıran ilk ses oldu. Şark böyle bir ses bekliyordu. Fakat kimse cesaret edemiyordu. Onun için bu sesi alkışladılar ve etrafında toplandılar. Mısır'da uzun müddet kalamadı. İstanbul'a geldi. (1286 H.-1870M) İslâm âleminde hayli şöhret yapmıştı. İstanbul'da yüksek tabaka Ricali, Bâb-ı Âlî erkânı onu pek samimî. karşıladılar. Biriki gün sonra Sadrazam Âlî Paşa tarafından kabul edildi. Hükümetten ve halktan itibar gördü. Ayasofya ve Sultan Ahmed câmi'lerinde va'z etmeğe davet edildi. 6 ay sonra kendisine Meclis-i Kebir-i Maarif azalığı verildi. Dârü'l-fünun'daki konferans : Afgânlı'nın şöhreti günden güne artıyordu. Takdirkârları çoğalıyordu. Gafletten bunalan, ilim ve irfana susayan ilerleme âşıkları, İslâm âlemini uyandırmağa ve yükselmeğe davet eden bu seste aradıklarını bulur gibi olmuşlardı. Fakat mezar taşı gibi cami d bir halde duranlar bundan gocundular; Afgânlı'nın aleyhinde bulunmağa başladılar. 110. Şeyhu'I-İslâm Hasan Fehmi Efendi de onu muzır fikirler yaymakla itham ve saraya jurnal etti. Abduh diyor ki: "Maarifin yayılması hususunda gösterdiği yolları takibe arkadaşları taraftar olmadılar. Gösterdiği yolların bir kısmı da Şeyhu'l-İslâm Hasan Fehmi Efendinin işine gelmiyordu. Bu yüzden kendisine kin bağladı." Nihayet Bârü'l-fünun'da verdiği konferans bahane edilerek dedikodular arttı; aleyhinde bulunanlar çoğaldı. Seçkin bir dinleyici kütlesi önünde verilen bu konferanstan biraz bahsedelim: Dârü'l-fünûn halka konferanslar tertip ediyordu. 1286 H. 1870 M. senesi Ramazanında buna başlanmıştı. 1287 senesinde de bunlara devam olunacaktı. 1 Recep 1287 tarihli Takvim—\ Vakâyi gazetesi, Müsâmerât-ı İlmiye ve Edebiye başlığı altında şunları yazıyor: (2)[2] "Envâr-i bâhiru'l-âsâr ulûm ufünûn ile ezhân-i halkın tenviri ve bu veçhile saadet-i efrad u millet ve ma'muriyet-i bilâd u memleket kazâyâ-yı mühimmesinin istihsâli esbab-i hu-sûli zımmmda bir vakittenberi memâlik-i mütemeddinede geceleri.... (Konferanslar vermekte) olduklarından bu suretle mebâdî-i ulûm u fünûna bile muttali' olmayan efrad-ı ahâli kendilerinin anlayacakları suretle irâd olunan Makalât-ı ilmiyeden istifâde ile tahsil-i malûmat-ı ibtidâiye eylemekte olup bu suretin ise terbiye-i ehalice bilvücûh fevâidi ve muhassenatı meşhud olmasına mebni geçen sene Ramazan-ı şerifi gecelerinde Dârü'I-fünûn-ı Osmânî dershanelerinde ba'zı zevât-ı maârif-simât çıkıp olvechile mesâil-i muhtelifeye dâir makaleler (konferanslar) irâd etmiş ve bilcümle huzzâr ve müstemiîn bundan müstefîd olmuş olduklarından işbu usûl-i mehâsin-şumûlün bu sene-i mübâreke Ramazan-ı şerifi gecelerinde dahi icrası kararlaştırılmış olmakla her gece iradı ehâlice fâideli görünen mebâhıs-i ilmiye ve edebiye ve hikemiyenin defteri bervech-i zîr dere kılınmış olduğundan erbâb-ı maârif ve himmetten bervech-i usûl Dârü'l-fünûn-i mezkûrda irad-ı makalât-ı ilmiye etmek emel ve arzusunda bulunan zevat-ı kiramın âtiyüzzikir bahislerden kangısını intihap ve tercih eyler ise ol bahsi ve Ramazan-ı şerifin hangi gecesi ona dair makale "konferans" irad eyleyeceğini Dârü'l-fünûn-ı mezkûr müdiriyeti canibine beyan ve iş'âr eylemesi ilân ve ihtar olunur." Bundan sonra konferans konuları gösteriliyor. Biz hangi ilimlere dâir olduğunu belirtmek için yalnız başlıkları işaret edelim: 1- Hikmet-i Tabîiyye, 2- Kimya, 3- İlm-i Cew-i Hevâ, 4- Heyet-i Âlem, 5- îlm-ı Tabîat-i İnsan, 6- Tıp, 7- Tarih-i Tabîî, 8- Tabakât-ı Arz, 9- Ziraat, 10- Terakkiyât-ı Ulûm ve Sanayi, II- İlm-i Servet "İktisâcl", 12-İlm-i Hukuk, 13- Ahlâk, 14-Edebiyat, İşte bu seri konferanslar arasında, Dârü'l-fünûn Müdürü Tahsin Efendi, sanayii teşvik gayesiyle bir konferans vermesini Cemaleddîn Efgânî'den rica eder. Efgânî, Türkçesinin zayıf olduğunu ileri sürerek özür diler. Fakat ısrar edilince razı olur. Vereceği konferansını yazarak zamanın Maarif Nazırı Safvet Paşa'ya, Meclis-İ Kebir-i Maârif Âzası Münif Paşa'ya göstermiş, onlar da konferansı pek beğenmişler. Cemaleddîn büyük şöhret yapmış bir zât olduğundan konferans günü halk Dârü'l-fünuna koşmuş. Hükümet adamları, âlimler, gazeteciler, vüzerâdan bir kısmı orada imişler. Cemâleddîn hazırladığı konferansını vermiş. Konferansında, İnsanın yaşayışı canlı bir vücuda benzetiliyor. San'atlardan herbiri bu canlı vücudun birer organı olarak gösteriliyor. Hayatta her organın nasıl bir vazifesi varsa sanayiin de maişette öyle bir faidesi bulunduğu anlatılıyor. Meselâ: Memleket idaresi, iradenin merkezi oîan dimağ mesabesindedir. Demirciliği kollara, çiftçiliği karaciğere, gemiciliği ayaklara benzetmiş. Her organı böyle teşbihlerle açıklamış. Nihayet şöyle demiş: "İnsanlara ait saadetin vücudu bunlardan meydana gelir. İnsanlığın cismi bu suretle teşekkül eder. Ruhsuz bir cisim için hayat yoktur. Bu cismin, yani beşer saadetinin ruhu ise ya nübüvvettir veya hikmettir. Yalnız bunların arasında fark vardır. Zira nübüvvet İlâhî bir atiyyedir ki, nâsin eli buna erişemez; çalışmakla elde edilemez. Allah dilediğine verir.O vehbîdir. Hikmet ve felsefeye gelince: bu kesbîdir. Fikir ve görgü ile kazanılır. Sonra peygamber hatadan masundur. Halbuki hakim hataya düşebilir. (3)[3] İşte Şeyhü'1-İslâm Hasan Fehmi Efendi, sanayia âit konferansında peygamberlikten bahsedilmesine takılmış, "peygamberlik san'attır, diyor" diye gürültüyü kopartmıştır. Başında bulunduğu Meşihat tarafından Cemaleddîn hakkında soruşturma yapılmış; konferansında bulunanlardan sorularak takibata geçilmiş. Efganî'nin din ve ilme aykırı bir söz sarfetmediği muhakkak iken Şeyhü'l - İslâm hasedinden hakdan bir batıl çıkarmağa çalışmış; sanayia dâir verilen bir konferansta peygamberlikten bahsetmesini fırsat bilerek Cemâleddinin, "Nübüvvet san'attır" iddiasında bulunduğunu etrafa kasden yaymış, hatta camilerde bunu halka etraflıca, anlatmalari için vaizleri teşvik etmiş. İskolastik zihniyetin tamamiyle esiri olan dar kafalar, Efganlı'nın getirdiği yeni fikirleri anlayamazlardı. Bir çok şeyleri hazm edenler, bunları hazmedemediler; ona saldırmağa başladılar. Cemaleddîn haksızlığa tahammülü olmayan, zulme karşı feveran eden ateşli bir adamdı. Konferansının böyle kötüye yorulmasına hiddetlendi, kızdı. Şeyhu'l-İslâmla muhakemesini bile istedi.Bazı dostları Cemâleddîn'e sükûnet tavsiye ediyorlardı. Fakat hakikat yolcusu olan, bu uğurda terk-i dâr u diyar eden, nıüstebid hükümdarlara, İslâm ülkelerini istilâ eden müstemlekecilere kafatutan bu ateşli mücâhid, bu hasızlığa nasıl tahammül ederdi. Şeyhu'l-İslâm ise vaizlerini seferber etmiş, bu garîb misafir aleyhinde boyuna söyletiyordu. Ders vekili Filibeli Halil Efendi. Süyûfu'l-Kavâtî' adlı bir eser kaleme almış, kesici kılıçlar demek olan bu eserle boyuna kesip biçiyordu, ama mazlumların boynunu kestiğinin farkında değildi. "Dârü'l-Fünûn'da peygamberliğin sanayiden sayıldığı bâtıl iddiası ile fesada çalışan bir müfsidin muzır telkinlerinden sâdedil müslumanlar arasında hasıl olan kötü tesirleri gidermek, fena izleri silmek ve merkumun (Cemâleddîn'in) şeriat nazarında cezasının ne ol duğunu göstermek için İrâde-i Seniyye-İ Hilâfet-penâhi ile kaleme alındığı-Türkçe tercemesinin başında söyleniyor. İrâde-i Seniyye ile olup olmadığını bilmiyoruz. Bildiğimiz bir şey varsa içindeki hükümlerin İslâm dînine uygun olmadığıdır. İslâm dîni böyle İslâm uğrunda kendini fedâ eden Cemâleddin'leri katletmek için gelmiş bir din değildir. Eserde Nübüvvet ve hikmet (Felsefe) meseleleri ele alınıp Cemâleddîn'e hücumlar yağdırılıyor. Meselâ: "Kaail-i merkumun mezkûr kelâmı kendi zu'munca felsefe ve hikmetin dâreyn saadetine isal için kifayet eder olduğuna ve bir de nebî olan zât-i şerifin hikmet ve felsefeye muvafık olup ana muhalefet etmeyeceğine ve kavâidi felsefeyi hedm eylemeyeceğine delâlet eder. Halbuki her kimse bu îtikadlarda bulunur ise kâfir olur. Her müslüman ki irtidad eder; eğer tâib olmazsa derhal katlonulur.[4] Bu hikmet düşmanlığının sebebini nedir? Halbuki hikmet Kur'an-ı Kerim'in övdüğü birşeydir. Merhum Hamdi Yazır (Tu'' til-Hikmete men yeşa? ) âyetinin tefsirinde (6) hikmetin bütün mânalarım ne güzel anlatır. Hikmet düşmanları o satırları okusunlar da biraz hikmet öğrensinler. Burada hikmetin 23 türlü mânaya geldiği gayet güzel izah olunmaktadır.[5] Maddiyyûna red İçin eser yazan Cemâleddîn nasıl olur da dinsizlikle itham olunabilir? M. Reşit Rıza bu husustan bahsederken şöyle diyor: "Aklî ilimlerde yüksek olan kimseleri anlıyamıyorlar-, dinsizlikle itham ediyorlar. İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, Ebû'l-Hasen Şâzelî, Muhiddîn Arabî, Huccetü'l-îslâm Gazali hep aynı ithama uğradılar... [6] Büyük İslâm Şâiri rahmetli Mehmed Akif, Cemâleddîn Efgânî'nin böyle uluorta dinsizlikle itham olunmasından müteessir olmuş, bu isnadları red için Sırat-ı Müştekim dergisinin Cemaziye'l-Evvel-1328-Mayıs 1326 tarihli 90. sayısında Cemâleddîn Efgân~î başlıklı bir yazı yazmıştır. O yazıda şöyle diyor: "Benim bugün yapmak istediğim birşey varsa o da Hazretin hâtıra-i pâkine sürülmek istenilen bir lekeyi, bu levs-i bühtâni göstermek, onun mahiyetini, nereden geldiğini tetkik eylemektedir.'1[7] Bundan sonra meşhur konferans hâdisesinden bahsederek Şeyhû'l-İslâmın hased yüzünden Cemâleddîn'i küçük düşürmek için ona dinsizlik isnad ettiğini anlatıyor. Akif, Sıratı-ı Müştekim'in 91 inci sayısında yine Cemâleddîn Efgânî mevzuuna dönüyor ve Hasbihal başlıklı yazışma şöyle başlıyor: "Geçen hafta merhum Cemâleddîn Efgânî'ye dâir bir kaç söz söylemiştim. Maksadım o büyük adama isnad edilmek istenilen dinsizliğin pek yanlış bir tevcih, olduğunu göstermek İdi..." Akif, bundan sonra şuna buna yapıştırılan tekfir meselesine temasla şöyle devam ediyor: "Müslümanlıkta en güç bir şey varsa o da bir adama dinsiz payesini vermekten ibaret olduğu halde fazlını, irfanını ikbalini, şöhretini çekemediğimiz, yahut tarz-ı tefekkürünü kendi meşrebimize muvafık görmediğimiz kimseleri bu hasbî rütbe ile nazardan düşürmek nedense bize pek kolay geliyor" "Lüzûm-ı küfür başka, iltizam-ı küfr yine başka iken, yüzde doksan dokuz ihtimal doğrudan doğruya tekfirini icap eden bir adamı yüzde bir ihtimal İle kurtarmak üzerimize farz iken biz, biPakis binde bir ihtimal-i zayıf ile yakaladığımızı dinsiz yapıp çıkıyoruz, gerideki 999 ihtimal-i imânı nazara bile almıyoruz.." "En garibi şurasıdır ki, bütün aktâr-ı İslâmiyede bu unvan ile teşhir edilen adamların kısm-ı azamî müslüınanhğı, müslümanları müdafaaya vakf-ı hayat etmiş olan ekâbir-i ümmettir; fedâkârân-ı millettir" (7) Kör taassubun en şiddetli düşmanı olan Akif, o gibiler için bakın ne diyor: "doğrusu bu herifleri dinledikçe gençlerde dinsizlik modasını hemen hemen mazur göreceğim geliyor. Eğer dinin ne olduğunu bunlardan Öğrenseydim mutlaka İslâmm en büyük düşmanı olurdum" (e)[8] İşte aklı başında olan her münevverin şikâyet ettiği bu kör taassub Cemâieddîn'in bu nutkunu bahane ederek hem o büyük din mücahidine ve hem de memleketin ilim ve irfan yuvası olan Dârü'l-fünuııa hücuma geçti. Cemâleddîn'i İstanbul'dan kovdurdu, Darü'l -fünûn'u da kapattı, Mehmed Ali Ayni’nın Darü'l-fünûn Tarihi adlı eserinde, Safvet Paşanın Sadullah Paşaya gönderdiği bir mektubun sureti var. Bu mektupta Darü'l-fünunun açılışında kendi tarafından, Münif paşa ile Cemaleddîn Efgânî tarafından kırâet olunan Türkçe kelimâttan bahsederek Murad - Molla Tekkesi şeyhinin bunları âyât-i Kur'âniye ve ahâdîs-i şerife zanniyle ellerini kaldırıp duâ ettiğini de kaydediyor. "Meçhûlü'I-efkâr ve ahval bir Efganlı'nın sun'-ı Hüdâ olduğunu murad ederek Nübüvvet bir san'attır demesi, güçlükle meydana gelen bir ilim ocağının lağvini mucip olmuştur, diyor. [9] Cemâleddin Efganî'nin bu konferansı 1287 Ramazanındaydı. Onun bir de 1286 yılında Zilka'de ayında Dârü'l-fünun'un açılışında söylediği arapça bir hitabesi vardır ki, 22 Zil-ka'de 1286 tarihli Takvim-i Vakayı 1 de yayınlanmıştır. O Devri aydınlatması, Efgânînin fikirlerine ışık tutması bakımından önemli olan o hitabenin tercümesini veriyorum: ' "Allaha şükürler olsun ki, İslâm Devlet-i Aziziyesi (*)[10] göklerinde nice parlak güneşler meydana getirdi; onların ışıklarıyle bütün cihanı aydınlattı; onları vükelâ yaptı vc hilafet kehkeşamna koydu. Müslüman Osmanlı imparatorluğu gökyüzünde ışıldayan aylar meydana çıkardı; onların aydınlığıyla bütün insan oğullarını nurlandırdı; onları vüzerâ yapıp adalet bölgesine yerleştirdi. Yüksek akıllar, temiz nefsler sahiplerine, hassaten aklı-küll olan ve hidayet yollarını gösterene ve onların nurlarından nur alıp yüksek makamlara ulaşanlara salât olsun. Kardeşlerimiz; basiret gözünü açınız; ibret gözüyle bakınız. Gaflet uykusundan kalkınız. Bilmiş olunuz ki, İslâm milleti mertebece en kuvvetli, kıymetçe en değerli idi. Akıl, dirayet ve ferasetçe çok yüksekti. Mücahede ve çalışma bakımından en çetin şeylere göğüs germekteydi. Sonradan millet rahata ve tembelliğe daldı. Medrese köşelerinde, tekke bucaklarında kaldı. O derece ki iyilik nurları söneyazdı. Maarif bayrakları silineyazdı. İkbâî güneşleri, kemâl halindeki dolunay tutulmaya yüztuttu. İslâm milletlerinin- bazıları, başka milletlerin istilâsı altına düştü. Onlara zillet elbisesi giydirdiler. Aziz olan milleti zelil ettiler. Bunlar hep uyanık bulunmamak, tenbellik yapmak, az çalışmak ve dirayetsizlik yüzünden oldu. Şimdi ise, Tanrıya şükürler olsun, Emîrü'i-Mü'minîn ve zıllü Rabbi'l-Âlemin sayesinde-Allah onunla dini ve devleti kuvvetlendirsin ve onun doğruyu gören yetişkin vükelâsının ve vüzerâsmm himmetleriyle bu memlekette İslâm milleti uyanmağa başladı; hertaraf aydınlandı. Neredeyse aydınlığı gözleri alacak. Saltanat-ı Muhammediyenin şeref güneşi batıtaraftan doğdu, ışıkları bütün ülkelere yayıldı. Kardeşler, Emîru'l-Müminîn ve doğru yolda giden vükelâsı bizlere mektepler, hikmet evleri, ilm ü irfan yuvaları, Dâru'l-fünunlar açtılar. Biz de hermaarifi elde edeüm. İnsanlık merdiveninde biz de yükseklim. Kendimizi cehaletten vc hayvanlık vasıflarından kurtaralım. Bu iyiliklerinden dolayı onlara düâ etmek, teşekkür etmek bize borçtur. İzzet ve şerefe götüren kemâlâtı tahsil etmeye çalışmamız gerekir. Ömrümüzü boş yere telef etmekten sakınalım. Fursatları kaçırmıyalım. Kendimize ve milletimize faydalı olan şeyleri bir yana bırakarak ömürlerimizi faydasız şeylerle geçirmiyelim. Geçmişlerin şerefini, gelecek nesillerin hukukunu zayi etmiyelim. Bu uğurda rahatımızı terk ederek çalışmalıyız. Bütün düşüncelerimizi, milletimizin ve ebnâ-yı cinsimizin şerefle yükselmesi için harcamalıyız. Hikmet mertebelerine götüren yollara girmeliyiz. Milletin şerefini arttırmaya çalışmalıyız. Kardeşlerim, artık medenî milletlerden ibret almayacak mısınız? Başkalarının yaptıklarına bir bakın. Çalışmayla maârifin sonuna, yükselmenin gayesine ulaştılar. Artık bizim için de bütün sebebler hazırlanmıştır, terakkiye hiç bir mani kalmamıştır. Ancak tembellik, akılsızlık ve cehalet ilerlemeye engeldir. Bunları açık söyleyorum. Sonunda bu âdil devlete iltica ederek buraya göçme nimetini bana verdiğinden dolayı Allaha hamd ü senalar ederim. Beni ve sizleri bu devletin nimetlerinin kadrini, iyiliklerini bilenlerden eylesin. Benim ve sizlerin hepimizin üzerinden rızasını eksik etmesin. Ve bu devlete ilelebed zeval vermesin." 17 Ramazan 1287 günlü Takvim—i Vakayı, Dârü'l-fünun müdürü Tahsin efendinin hasbel-icâp vazifesinden ayrıldığım yazıyor. Alî Paşanın Sadrazamlığı müddetince Dârü'l-fü-nun'a kilit vuramadılarsa da iki seneden berİ Ramazanda verilmekte olan bu halk konferansları derhal kesiliyor. Alî Paşanın ölümü ile Dârül-fünun da kapatılıyor. Cemâleddîn için hilâfet merkezi olan İstanbul haram oldu. Bilâhare arzu ettiği takdirde dönebilmek üzere İstanbul'dan uzaklaşmasına dair makam-ı sadâretten emir çıkıyor. Bu ne acı bir şeydir. Sâdık tilmîzî Abduh’un dediği gibi, hakkına nail olamayarak ve hiddetini içine gömerek İstanbul'dan ayrıldı. 1288 Muharremi başlarında Mısır'a vardı. Konferans Ramazan ayında olduğuna göre konferans hâdisesinden 3-4 ay sonra İstanbuldan ayrılmış oluyor. Mısır hükümeti vc aydınları Cemâleddîıı'i çok samîmi karşıladılar. Bilhassa Riyad Paşa çok îzaz ve ikram gösterdi. Hükümet kendisine ayda bin Mısır kuruşu tahsisat bağladı; herkesten sevgi ve saygı gördü. Gençler ve talebe kendisine müracaatla ilminden, fikirlerinden istifadeye koyuldular. (*)[11] Evi bir mektep halini almıştı. Musahabeleriyle, konferanslariyle karanlıklar içinde bulunanlara ışık tutuyor, nura müştak genç dimağlarda birer meşale yakıyordu. Felsefe, Kelâm ilminin yüksek esaslarından bahsediyor. Heyet, Fizik, Usûl-i Fıkıh ve Tasavvuf dersleri veriyordu. Talebelerini düşünmeğe, görmeğe, anlamağa ve yazmağa teşvik ediyordu. Bu gayet mühim bir işti. O zamana kadar ihmal olunmuştu. Bu çığırı o açtı, Abduh’un dediği gibi: Eli kalem tutan gençler ondan ders ve ilham aldı. Düşünmeyen kafalar düşünmeye, yazmayan kalemler yazmağa başladı. Mısır'a gelişi Arap ülkelerinde başlayan fikir hareketinin başlangıcı oldu. Akılları saran evhamı bertaraf etmeğe çalıştı. Gönüller taze can buldu, basiretler aydınlandı, talebesini yazıcılığa, edebî, dînî, hıkemî yazılar yazmağa teşvik etti. Onun himmeti sayesinde Mısır'da yazı yazmak sanatı ilerledi. O zamana kadar çeşitli konularda yazabilecek kalem sahipleri pek azdı. 10 seneden beri-Mısır'da genç. ihtiyar yazı yazanların heman hepsi ya Cemâleddîn'den veya onun talebesinden birinden ders almışlardır. Bu hakihati İnkâr eden inatçı ve nankördür. Bir çokları ona hased ettiler, bazı felsefi ilimleri öğretmesi vesilesiyle ona ta'n etmeğe başladılar. [12] Cemâleddîn vardığı yerde millî uyanış fikrini aşılardı. Her millet uyanmalıdır, diyordu. Bu da millî benliğini duymakla olur. Milli duygulardan yoksun millet ölü elemektir. Millî cereyanlar islâmı sarsmaz, bilakis kuvvetlendirir. Kuvvetli parçalardan teşekkül eden İslâm camiası elbette kuvvetli olur. Onun için millî cereyanlara karşı gelmedi, Onları destekledi. Bu, şarkın uyanışında bir âmil oldu. Bazı kimseler aleyhinde bulunduğu halde o millî şâirimiz Mehmed Emin'i takdir ediyor, onu millî şiirler yazmağa teşvik ediyordu. Mehmed Emin'e imzalayarak resmini vermişti. Bu, takdirinin bir nişanesidir. Her manasiyle İslâmın uyandırıcısı olan Cemâleddîn ateşli bir adamdı. Sözleri tesirli idi, etrafındakileri zekâsiyle, bakışlariyle gözleriyle teshir ederdi. İstibdadın, istilâcıların aleyhinde idi. Hürriyet istiyordu. Milletlerin gelişmesi için bunu baş şart görüyordu. Islâmın uyanıp gelişmesi hiç işine gelmeyen İngiltere daima bu İslâm mücahidini takip ediyordu. Mısır'da siyasî karışıklıklar oluyordu. Mısır'da İngiliz fevkâl'ade komiseri (Komiserü'l-Âli) tahriklere başladı. Ezher çevrelerindede Cemâleddînden hoşnut olmayanlar vardı. Çünkü Ezher'de ıslahat yapılmasını istiyordu. Bu ise dar görüşlü, mazı perest-muteassıb zümrenin işine gelmiyordu. Nihayet 1296H./1879M. Eylülünde İngilizlerin isteği ile bu garip mücahit, arkadaşı Ebu Türâb ile birlikte Mısır'dan çıkarıldı. Ezher'de ondan hoşnut olmayanlar var ise de Mısır'dan kovulması İngiltere ve Fransız hükümetlerinin tesiriyle, siyasî sebepler yüzündendir. Ezher Ulemâsının bunda bir tesiri yoktur. Bunu terceme-i halini yazanlar böylece açıklamaktadırlar. Mısır'dan Hindistan'a gitti. Evvelâ Haydar-Âbâdda kaldı. Mısır'da Ârâbî isyanı, kargaşalık çıktığından, bir müddet Kalküte'de ikamete memur edildi. Orada iken meşhur Dehriyyûn risalesini kaleme aldı. Bu eseri Matematik Muallimi Muhammed Vasıl'm soruları üzerine 1298/1881 de yazdı. Arâbî vakası yatıştıktan sonra İngiliz hükümeti, islâm memleketlerini terk etmesini kendisine bildirdi. O da Avrupaya gitti. Cemâleddîni 1300/1883 de Londrada görüyoruz. İslâm âlemi hakkında İngiliz entrikalarını yakından takip edebilmek için orayı seçtiğini söylüyor. Bu arada Amerikaya da giden ve hattâ Amerika tâbiiyetine geçmek istediği bile söylenen Cemâleddîn Londrada çok kalmıyor. Değerli tilmîzî ve sadık dostu Muhammed Abduh ile birlikte Paris'e geçiyorlar. Burada üç sene kaldılar ve neşriyat yaptılar. Fikirlerini serbestçe yazmaktadırlar. Cemâleddîn ateşli yazılariyle bir taraftan İslâmları uyanmağa davet ederken, diğer taraftan da islâm hakkında çok yanlış bilgi sahibi olan garplılara İslâmı, gerçek çehresiyle tanıtmağa çalışıyor. İslama hücum" edenlere cevap veriyor, İslâm milletlerinin mukadderatına müdahale eden istilâcılara hadlerini bildiriyordu. Bu esnada Ernest Renanın İslâm ve ilim konusundaki konferansına cevap vererek onunla münakaşa yaptı. Renan'ın İslâmın ilim alanındaki kısırlığına dair iddialarını reddetti Renan ile tanışıp görüştükten sonra Renan onu çok takdir etti ve onun hakkında şöyle dedi: "Onunla konuşurken karşımda İbn-i Sinâyı veya İbri-i Ruşdü görüyorum." (12) Pariste'ki asıl neşriyatı Muhammed Abduh ile birlikte arapça olarak çıkardıkları El~ Urvetü'l Vuskâ dergisidir. Bu derginin gayesi İslâm âlemini uyandırmak, İslâm memleketlerinde İngiltere'nin siyasî nüfuzu ile mücadele etmekti, ilk sayısı 15/Cemaziyel-Ewel/1301/-13 Mart. /1884 tarihinde yayınlanan bu dergi 18 sayı çıkabildi ve 8 ay devam etti. İngilizler onu idareleri altındaki İslâm ülkelerine sokmuyorlardı. Hindistan'da ve Mısır'da satışı yasaktı. Bu durum karşısında daha fazla yaşayamadı, susmak zorunda kaldı. Cemâleddîn 1303/1886 de İran Şahı Nâsıruddîn tarafından sarayında yaşamak üzere Tahran'a davet edildi. Orada kendisine yüksek vazifeler teklif olundu. Cemâleddîn İranda'dır. Fakat Şah onun gündengüne artan şöhretinden kuşkulanmağa başlıyor. Tabiî arada hasetci ve fesadcı unsurlar fitneciliklerine devam ediyorlar. Cemâleddîn bunu seziyor ve sıhhî sebepler ileri sürerek İran'dan ayrılıyor. Rusya'ya geçiyor. Oradan da ayrılıp Avrupaya gidiyor. Avrupada seyahatta bulunan İran Şahiyle Münihte görüşüyorlar. Şah onu yine İran'a dönmeğe ikna etmiştir. Beraber dönüyorlar. Sadra'zamm entrikaları yüzünden bu defa İran'dan feci bir surette hudud dışı ediliyor. Sığındığı türbeden alınarak hasta olduğu halde insafsızca 11) Merhum Namık Kemal de Renan'ın iddialarına cevap vermiştir. Bu eseri Renan Müdafaanamesi adiyle basılmıştır. 1962 da Milli Kültür Yayınları serîsinde yeni baskısı yapılmıştır. 12) ŞekİbArslan, Hddıru'l-Âlem'il; îslâmîC. II. S. 289 Bu kaynak, Lotlırop Stoddard'ın kitabının arapça tercümesidir. Dilimize Ali Rıza Seyfi, Teni Alem-i İslâm adiyle çevirdi. Arapçasmda enteresan ilâveler var. zencirler içinde İran hududunda Hânikin'e kadar götürülüyor. Böyle feci bir surette hudud dışı edilen Gemaleddîn Basra yoluyla İngiltereye gidiyor. 1308/11 Mart 1891.Afgânî, İran'ın iktisadiyatını mahveden İngiliz Tönbek Kumpanyasının aleyhinde bulunmuş, ozaman Şîa-ulemâsınm Reisi bulunan Mirza Muhanımed Hasan Şirâzi'ye yazdığı mektubu, imamın Tönbeki aleyhindeki fetvasında büyük rol uynamıştır. Afgâni'ye reva görülen bu gayr-i insanî ve insafsızca muamele İranlıları Şah aleyhine büsbütün tahrik ediyor. Şah'm zulmünden ve istibdadından bıkan halk çetin mücadelelerden sonra Şahı başlarından atmışlar ve inkılap olmuştur. 1309/1892 yılında II. Abdülhamid Londra Türk sefiri vasıtasiylc Gemaleddîn Efgâni'yi Türkiye'ye davet etti. O da bu davete icabet ederek İstanbul'a geldi. Bu ikinci gelişti, kendisine ayda 75 lira maaş tahsis olundu ve ikâmetgâh olarak Nişantaşında bir konak verildi. Meşhur Fransız yazarı Henri Rochefort o sırada Londra'da sürgünde imiş; Cemâleddîn'i sevenlerden imiş.Şekib Arslan'ın beyanına göre Cemâleddîn'in İstanbul'a gitmesinden endişe duymuş, (,3) Hayalımın Maceraları adlı eserinde Cemaleddîn için şöyle.diyor: "O peygamber sülalesindendir, kendisi de peygambere çok benzeyenlerden sayılır." İlk zamanlarda işler gayet iyi gidiyor. Efgânî, padişahla görüşüyor, Cuma namazını onunla kılıyordu. Fakat kendini çekemiyen bir zümre belirdi. Efgânî Padişah'a bukadar yakın olunca kendileri arka plânda kalanlar olmuştu. Bu işten en çok gocunan ve kuşkulanan da meşhur Ebul hüdâ idi. Âdeti veçhile Cemâleddîn'i küfürle, zındıklıkla ithama başladı. Maksadı onu gözden düşürüp kendisi yine ön plânda kalmak, başrolde oynamaktı, Neşrettiği bîr risalede kendisine rakip gördüğü üç kişiyi kötülemekte, onların aleyhinde bulunmaktadır. Fadl Alevî Hadramî, Şâzelî şeyhi Zâfir ve birde Cemaleddîn Efgânî. Bu zatların üçü de Aldülhamid'in yakınlarından sayılırdı. Bilhassa Cemâleddini dinsizlikle, itikatsızlıkla itham etmektedir. Misal olarak gösterdiklerine bakın: Efgânî Boğazda Bendlere gider, oranın temiz havasında gezinti yaparmış; bu gezinti gayet hoşuna gittiğinden bir defa: "Hacıların Kabe'yi tavaf ettikleri gibi ben de Bentlerdeki ağaçları tavaf ediyorum" demiş. Bununla bentlerin güzel manzarasından duyduğu hoşnutluğu anlatmak istemiş. Fakat Ebû'l-Hüda bunu dinsizlik delili olarak yakalamış. Aczin ve taassubun başka hüneri yoktur. Ebû'l-Hüdânın Efgânî hakkındaki kini Ölümünden sonra bile sönmemiştir. 26 Recep 1316 tarihinde Menâr sahibi Reşid Rıza'ya yazdığı bir muktupda: Dergisinde Cemâleddîn'i medh u sena ettiğinden dolayı ona kızdığını açıklıyor ve o, dinsizin biriydi, diyor. (u) Efgânî İstanbul'da hasetcilerin kininden, hafiyelerin takibinden kurtulamaz bir hale gelmiştir. Bir defa Abdullah Nedim ile Kağıt-hanede Hidîv Abbas Hilmi'ye ratslamaışlar ve orada bir ağaç altında çeyrek saat kadar konuşmuşlar. Hafiyeler bunu Abdülhamİd'e hemen yetiştirmişler: Efgânî, Abdullah Nedimle Hidiv'e ağaç altında bîat ettiler; onu Halife tanıyacaklar." Abdülhamid bunu telmih yoluyla Efgânî'ye sormuş: Hilâfeti yine Abbasî halifeliğine mi çevirmek istiyorsunuz? Efgânî şöyle cevap vermiş: Hilâfet benim elimde bir yüzük değil ki, onu İstediğimin parmağına takabileyim? (*) Ş. Arslan, Hâdıru'l Âlemi'l-islâmi C.II, s.294 M.R.Riza Târifıu'l-Üstâz El-İmam, c I, s. 90. *) 1892 de Hıdivin İstanbul seyahatında Ahmed Şefik ile Ahmcd Cevdet Paşa, Mısır ile Türkiye arasındaki gergin durumdan birbirlerme dert yanarlar. Abdülhamidin kızını Hıdive vererek arada kurulacak sıhriyet münasebetiyle dostluk bağlarını kuvvetlendirmeyi düşünürler. Fakat Ebul hüdâ buna mani' olur: Hıdivin erkek çocuğu olursa halifelik iddiasına kalkışır, diyerek Hamidin vehmini körükler vc bu dünürlüğü bozar. Son devrin arap milliyetçilerinin hilâfetin Osmanlı Türklerinden alınması için harekete geçtikleri bir gerçektir. I. Cihan Harbinde araplarm Türklere karşı ayaklanması da bu mak-sadladır. Olaylara sathî bakanlar, arap isyanına sebeb, Cemal Paşanın Suriyede sert bir idare takip etmesini göstermeye çalışıyorlar. Bu yanlış bir görüştür. Cemal Paşa Suriyede bal gibi bir idare yürütseydi isyan yine olacaktı. Çünkü araplar bu İşe çoktan beri hazırlanmaktaydı. Cemal Paşa bunu bildiği için isyanı önlemek maksadıyla tedbir kabilinden öyle hareket etti. Ahmet Şefik Paşanın Mütekkirâtî fi Nısf Kam adlı eserinde kaydettiği ve Ş.Arslanın Hâdıru'l Alemi'l Islâmî ilavelerinde belirttiği gibi, araplarm Türklere karşı harekete geçmeleri, hilâfeti kemlerine almaları için eskidenberi çalışmalar vardı. 1912 yılında Şerif Hüseyin'in isteği ile Mısır prenslerinden biri, fevkalâde salâhiyetle Londraya gönderilip hilâfetin Türklerden alınması hususunda İngiliz makamlariyle müzakerelere başlanıyor, fakat bu fikri İngilizler pek benimsemiyorlar. (i5) I. Cihan Harbinin başında da Şerif Hüseyin İngilizlere ittifak teklif etmişse de İngilizler harbi çabuk kazanırız ümidi ile bu işe yanaşmamışlar; harp uzaymca araplarla anlaşmak zorunda kalmışlar ve Şerif Hüseyin de isyan bayrağını kaldırmıştır. Hilâfet meselesinin arasıra bahis konusu yapıldığını ve bunun da İngilizlerin işine yaradığını tarih gösteriyor. Mısırda A'râbî isyanı çıkınca Bâb-ı Meşihattan: "A'râbî devlete karşı gelmiş bir âsîdir." diye fetva çıkar. Bu fetvayı ozaman İstanbul'da arapça olarak yayınlanan El-Cevâib gazetesi neşreder. İstanbuldaki İngiliz sefiri bu sayıdan bir milyon nüsha alarak Hindistanda müslümanlara tevzi eder. Maksad açık. Hind müslümanlarına: İngilizlere itaat edin, Mısırda bize isyan eden A'râbî âsi ilân edildi, siz de böyle bir şey yaparsanız âsi sayılırsınız, işte; fetva" denmek isteniyordu. Ne acı ki, hilâfet makamından İngilizler kendi çıkarlarına, müslümanları idareleri altında tutmak için böyle faydalanayorlardı. İngilizlerin şarkta hâkimiyetlerini devam ettirmek için bazı din adamlarını âlet ettikleri bir gerçektir. Kâdiyâniliğin kurucusu olan Mirza Gulam Ahmed bunlardan biridir. İngilizlere yaranmak için Kur'anı kasdan yanlış tercüme etmişlerdir. "Allaha itaat edin, Rasülüne ve sizden olan ülü'lemre de itaat edin." (le) âyetinden Sizden kelimesini atarak mutlak bırakmışlardır ki, bu İngilizlere de itaata şamil olan bir tabirdir. Cemâleddîn böyle şeylerin şiddetle aleyhinde olduğundan ingilizlerin takibinden kurtulamadı ve hiç bir yerde rahat bırakılmadı. Efgânî, istibda'dın en büyük düşmanıydı. Ozaman Iranı koyu istibdadı altında tutan Şah aleyhinde bulunması, Hamidin canını sıkardı (*7) İran sefiri de Efganî'nin bu tutumundan şikâyetçi idi. Bir gün Abdülhamid huzuruna davet ederek Efgânîye bu meseleyi açmış, Efgânî şöyle cevap vermiş: — Şahı mezara sokmadıkça ondan vazgeçmek niyetinde değilim. Ş. Arşları, HSdnu'l Âlemin Isldml, C. IV. S. 391. Nİsâ sûresi, Âyet: 58 O devirlerde aydınlarda hürriyet fikri uyanmış, İstibdat aleyhdarlığı kuvvetlenmişti. Gerek İran Şahının, gerekse Osmanlı Sultanı Abdülhamidin müstebidce idaresini kimse beğenmiyordu. Bu istibdad aleydârhğı umûmî idi. islâm şâiri Mebmed Akif, Mîdhal Cemalle müşterek Acem Şahı adlı manzume yazarak Irandaki istibdadı kötülüyordu. Bu manzume birinci Safahat'tadır. Onun ardısıra Abdülhamid devri için yazdığı İstibdad şiiri gelir. Birinciyi Midhat Cemalle birlikte yazmışlardı, bunu Midhat Cemale ithaf ediyor: Akif burada Hamid ve istibdat! devri için çok ağır mısralar kullanır: Yıkıldın gittin amma ey mülevves devr-i İstibdad, * Semâlardan yüksek tuttunuz bir zıll-i mehûmı * Ne mel'ûnsun ki rahmetler okuttun rûh-ı iblise Fakat mademki Emîru'l-Müminin Halife Hazretleri emir buyururlar, ona İtaat etmek gerek. Nice defalar, zekâsının yaptığını hiddeti yıkmıştır. Evham içinde yüzen Hamide çekinmeden söylediği bu sözler Hamidde Efgânîye karşı bir şüphe uyandırmaktan hâli kalmasa gerek. Reşid Rizanm kaydettiğine göre ozaman şarkın bu iki müstebid hükümdarı olan Şah İle Abdülhamidin tahtlarından indirilmeleri lüzumundan bahseder ve bu ikisinin hal'i, ayakkabı çıkarmak kadar kolay bir şeydir' dermiş. (la) Vaktiyle Efgânî, Kazvinde hapishanede Riza Aka Han adında biriyle tanışmış. Bu adam îstanbula geldiğinde Efgânî'yi ziyaret etmiş, Nâsıruddin Şahın kötü idaresinden bahsetmişler. Birkaç ay sonra (1896 da) Riza Aka Han, Şahı öldürmüş. Ve öldürürken de şarkta istibdad düşmanı, hürriyet âşıkı olan Cemâleddîni hatırlayarak: "Al, Gemaleddîn aşkına!" demiş. Bu yüzden Cenıâleddînin de bu sûikasd-işinde parmağı olduğu zannı uyanmış. Tahkikatta Cemâleddin ve diğer iki kişi bu işte teşvikçi olarak tesbit olunmuş imiş. İran ŞahıBâb-ı Âliden bunların üçünün de teslimini istemiş.. Abdülhamid, Cemâleddîni teslim etmemiş' diğer ikisi teslim edilmiştir. Hamidin Efgâniyi koruduğu görülüyor. Fakat Efgânî artık töhmet altındadır. Durumdan o da rahatsız olmaktadır. İstanbulda İngiliz sefareti müsteşarı Fils Morise haber salarak kendisinin İstanbuldan çıkmasını sağlaması ricasında bulunur. Abdülhamid bunu duyunca, İslâmm izzet ve şerefi namına bunu yapmamasını, bir ecnebi himayesine sığınarak Halifenin haysiyyetini bu derece kırmamasını istemiş. Bunun üzerine Efgânî bu fikrinden vazgeçmiş. Fakat iş bu raddeye geldikten sonra rahatı büsbütün kaçmış. Konağında adetâ göz hapsinde yaşar gibi bir hale gelmiş. Bu tarz yaşayıştan hiç memnun olmadığım, kendisiyle görüşen bir Alman seyyahına açıkça söyliyor. Husûsi müsaade almadan kimseyle görüşemiyordu. İşte bu sırada çenesinde kanser çıkmış. İrade-i seniyye ile Saray doktorlarından Kamburzâde İskender Paşa ameliyyat yapmış. Fakat ameliyat başarılı çıkmamış. Efgânî hakkın rahmetine kavuşmuş. Bu yüzden ortaya dedikodular yayılmış. Mâverdî'nin Ahkâmu's-Sultâniyye'sini terceme eden müsteşrik Komte Lavn Ostrorog'un Şekib Arslana söylediğine göre Cemâleddin ile aralarında dostluk varmış. Ameliyattan sonra kendisini çağırarak ameliyatı kontrol etmesi için bir doktor göndermesini rica etmiş. Gelen doktor ameliyetm gerektiği gibi yapılmamış olduğunu, temizliğe itina gösterilmediğini söylemiş. (l9) Kamburzâdenin metin seciyesini tanıyanlar, onun böyle bir vicdansızlığa âfet olacağına İhtimal vermiyorlar. Ancak Iraklı bir diş doktoru varmış, Cemâled-dinİn dişlerini muayene için sık sık gelirmiş. Zabtiye Nezareti bu adamı para ile satın alarak Cemâleddîne karşı hafiye olarak kullanırmış. Bütün şüpheler onun üzerinde toplanmakta. Cemâleddîn'in Ölümünden sonra daima düşünceli, kederli bir hali varmış. Ameliyatı bunun bozduğu söyleniyor. Bu işte Cemâleddîni çekemeyenlerden olan Ebu'l-Hüdânın parmağı olduğu kuvvetleniyor. Yoksa Şâir Eşrefin bir hicviyyesinde dediği gibi, Abdülhamidin bir kahvesini içmekle zehirlenmiş değildir. 18) M. Reşid Riza, Tmihu'l Ostdz El-lmâm, C. I. S.71 Hal'i kelimesi ayak kabı çakarmak manasma da olduğundan Halifenin hal'ın dan bahsederken böyle demiş. Bu münasebetle vaktiyle Eşref Edip tarafından yayınlanan Alem-i İslâm adlı eserde şu söylentiyi okuyoruz: (El-uh detu ate'r-râvî) ''Abdülhamid hali'den çok korkarmış. Hali' manasını andırdığı cihetle Kunuttan (ve nahlcu) kelimesini okudukça tüyleri ürperirmiş, Hattâ bir zamanlar o kelimenin düâ-i Kunuttan silinmesi hakkında tasavvuratta bulunduğu meşhurdur. Bil'âhare başına geldi." Abdurreşid ibrahim, Âlem-i İslâm, C. II. S. 168 19) Ş. Arslan, Hâdmı-l ÂlemiH İslâmi, C.II, S. 297 Cemâleddîn'in vefatı 1314/1897 yılı 9 Mart günündedir. Nişantaşmda Teşvikiyye camiinde namazı kılınarak Maçkada Şeyhler mezarlığına defnolundu. Nur içinde yatsın. Mezarı, îslâm dostu Amerikalı Mr. Charles Crone tarafından, Müzeler Müdürü rahmetli Halil Beyin tensipleri veçhile, 1926 yılında yaptırılmıştır. İşte İslâmı uyandırmak için çalışan bir zekânın sayfaları böylece kapandı. O, Müslümanların geriliğine, derin gaflete dalmalarına pek üzülürdü. Müslümanların ahlâkı o derece bozulmuş ki, ıslâh ümidi bile yok, meğerki eskiler temizlenip yaniden yaratılan yeni bir nesil meydana gelsin, derdi. Tarihte İslâm İslahatçısı olarak anılacak. ömrü mücadelerle, seyahatlerle, sürgünlerle geçti. Bir yerde oturup dinlenemedi. Evlenmedi. Abdülhamit ona evlenmesi teklifinde bulununca şöyle cevap vermiş: — Ben şimdiye kadar ömrümü garip bir kuş gibi dal üzerinde geçirdim, ömrümün sonunda nasıl yuva yapayım ? Vardığı yerde sözleriyle, yazılarıyla müslümanları uyandırmak için oğraşan bu mücahid adamın bu yüzden başına gelmedik hal kalmamıştır. Istanbula geldiği zaman kendisine ne gibi arzuları olduğu sorulunca: — Kalem, kâğıt, mürekkepten başka ne gönderilirse teşekkür ederim. Cevabım vermiş. Bu sözün taşıdığı mana çok inced'r. O yüksek bir âlim değil, fakat büyük bir mütefekkirdir. Hizmetleri büyük oldu. Fazla eser bırakmadı, fakat dağınık milletleri birleştirmeye çalıştı, En mühim eseri Maddecilere karşı yazdığı eseridir. Bunu Mısır müftüsü Muhammed Abduh farscadan arapçaya çevirmiş ve 1312 de Er-Red Ala'd-Dehriyjıin adıyla Mısırda basılmıştır. Bu eseri Şamlı Münir efendi Türkçeye çevirmiş ve bu tercemeyi Cemâleddîn gözden geçirmiş, bir mektup ile Abdülhamide kendisi sunmuştur. Bu nüsha Yıldız Kütüphanesinde olup basılmamıştır. Eserin Aziz Akpınarlı tarafından yapılan tercümesi 1956 da Dinayet İşleri Başkanlığınca yayınlanmıştır. Dr. İsmail Mazhar, Melka's-Sebîl adlı eserinde bu kitabı ilmî metodlara pek uygun bulmamakta ise de yazıldığı zaman göz önünde tutulunca değeri anlaşılır. Cemâleddîn ıslâhat isteyen, inkılâpçı ruhlu bir adamdı. Müslümanların daldıkları zillet ve gerilik içinden silkinip kalkmabilmeleri için derhal inkılâp istiyordu. Zaman kaybına razı değildi. İstiklâl Marşı şâirimiz Mehmed Akif Ersoy, Efgânî'nin bu inkılâpçı cephesini Safahatın altıncı kitabı olan Asım'da Türk gençlerine anlatmaktadır, yazımızı o mısra'larla bitirelim: Gâlibâ söylediğim yoktu? Evet, hiç yoktu: Mısrın en muhteşem üstadı Muhammed Abduhu, Konuşurken neye dairse Cemâleddînle, Der ki tilmizine Efgânlı: -"Muhammed, dinle. İnkılâp istiyorum, başka değil, hem çabucak. Öne bizler düşüp İslâmı da kaldırmazsak, Nazariyyat ile bir şeyler olur zannetme.. —■ "Şüphe yok, hakk-ı semûhîleri var üstadın..
17 Nisan 1962
[1] Ahmed Ağaoğlu, Türk Turdu,c. I. S. 201. [2] Takvim-i Vakâyi, 1287 [3] Konferansın bu kısmını Mehmed Âkif, Sırât~ı Müştekim, sayı: 90 da Gemaleddîn Efgânî başlıkh yazısında nakleder. [4] Es-Suyûfül-Kavâtı' arapça olup, Halil Efendinin oğlu Hayreddîn Feyzi tarafından Türkçeye çevrilmiş ve basılmıştır. Korkunç ifadeler ve ağır hükümlerle dolu bir eserdir. [5] M. Hamdi Yazır, Hak DM, Kur'ân Dili, c.I. S. 913-929 [6] M. Reşit Rıza, Tarih'ıd-Ustaz El-İmam C. I. S. 51 [7] Mehraed Akif, Sırat-ı Müştekim, sayı: 91, Ccmâziyelevvel-1328/Mayıs 1326 [8] Mehmed Âkif, Sırât-t Müsiekîm, sayı: 95, [9] Alî Canip, Hayat mecmuası, Sayı: 77,1928 [10] Ozamanın Padişahı olan Abdülazîze telmih ediyor. [11] İstanbul'dan taassubun kovdurduğu Efgânî'nin Mısır'da böyle takdir görmesi dikkale değer. [12] Muhammed. Abdulı, Er-red Alad-Dehriyyin Mukaddemesi. |
Bu Makaleye Ait Eleştiri Makaleleri | |||||
|